Zikrullah Efendi


İşgal Günlerinde Pera ve Zikrullah Efendi

Zikrullah Efendi, ekseriyetle, Pera’da Fransız kafelerinin birinde içerdi kahvesini. İstibdat gazetelerinin birini okurken güzel bir hanım içeri girmeyedursun Paris menşeili dergisini alır eline, oturuşunu değiştirir ve gözlerini kısarak dergiye bakmaya başlardı. Yine öyle günlerden birinde, Fatih’ten kalkıp Pera’nın yolunu tuttu. O sıra, cemaat öğle namazını eda etmiş camiden ayrılıyordu. Seyyar zerzevatçılar ile müminlerin dolup taştığı Fatih sokaklarında yüzlerce tanıdık çıkıp, yahu camiye niye uğramıyorsun Zikrullah diyebilirdi. Tüm bu tehlikelerin farkında, başı önde eğik, hızlıca fayton ahırına doğru acelesi varmış gibi koşturuyordu. Siyah takım elbisesi içerisinde hiç de işsiz kalmış baba parası yiyen orta halli birine benzemiyordu. Ahalinin arasında koştururken önemli bir telgrafı Sultan’a götürecek bir saray memuruna benziyordu. Gerçi kendisine göre son derece alaturka bir hayat ve Fatih’te yaşamak onluk bir şey değildi. Ondan dolayıdır ki her gün yeni ahbaplar edinmek üzere Pera’ya giderdi.

Kafenin kapısına geldiğinde fesini çıkardı. Cebindeki çakıyla, cami önünden aldığı limonu kesip saçlarına sıktı. Güzelce taradıktan sonra camdaki yansımasına bakıp Avrupai bir ifadeyle kapıyı açtı. Zikrullah değişik bir adamdı, nerede nasıl davranması gerektiğine dair mimikler geliştirirdi. Fatih’in merdümgiriz delikanlısı, kafenin ambiyansıyla Fransızlaştı. Masaya oturup garsonu çağırdı. Kötü aksanlı Fransızcasıyla bir bardak kahve sipariş etti. Garson birkaç dakika sonra “buyurun efendim!” diyerek kahvesini koydu. Zikrullah Efendi İstanbul’da Türk muamelesi görmenin bozukluğuyla “merci” diyerek garsonu gönderdi.

Kafe dolup taşmaya, anlamadığı dillerde kahkahalarla inlemeye başladı. Canı biraz sıkılmıştı, masanın üzerinde duran dergiyi aldı ve ilk sayfadaki bitmiş Cihan Harbi’ne dair gayet sıkıcı haberi pek tabi bir ilgiyle okumaya başladı. Bir yandan da öteki masadaki güzel hanımın konuştuğu bozuk Türkçeyi dinliyordu. Kafasını çevirip kadının kendisini görmediğine emin olduktan sonra masadaki insanları süzdü. Fötr şapkalı Levanten beylerin masası hiç dikkatini çekmedi. Bozuk Türkçesiyle konuşan kadının bacaklarına bakmaya başladı. Bugünün nimeti anne duası almak değildi anlaşılan. Fatih’te hiçbir zaman rastlayamayacağı bacaklara bakarken kendinden o kadar geçmişti ki sırtına dokunulunca “Allah!” diyerek yerinden sıçradı. Sırtına dokunan geçen haftalarda tanıştığı Aleksi ve Agop idi. Zikrullah irkilerek çıkardığı nidayla ahalinin ona bakmasına sebep olmuştu. Arkadaşlarıyla selamlaşıp sandalyesine oturdu. “Korkuttunuz yahu!” dedi, rahatlamanın vermiş olduğu yarım ağız gülümsemeyle. Aleksi Rum olandı. Üzerinde Zikrullah’ın takım elbisesinden daha iyi bir giysi vardı. Ağzındaki karanfili çıkarıp, “Sizin şu Barbarosa bile böyle bakmıyordu denizlere Ziko, ecnebi bacağı görünce şekilden şekle girersin bre!” dedi ve kahkahayı bastı. Zikrullah da gülümseyerek “bir şeyler içmez misiniz oturmaya mı geldiniz?” dedi. Agop “ Aslında seni görünce girdik içeri, sen de gelirsen bir kayık kiralayalım da demlenelim dedik. Sen ne dersin?” diye sordu.

Zikrullah’a yeni bir şey olsun da ne olursa olsundu. Bir an sarhoş olup gece eve döndüğünde beybabasına bu durumu nasıl izah edeceğini düşündü. Ardından ısrarların üzerine “Haydi o zaman gidelim!” dedi.

Hesabı ödeyip kalktıktan sonra, Karaköy’e doğru yürümeye başladılar. Buraları pek bilmediği için Agop ve Aleksi’nin yolunu takip ediyordu. Birkaç saat evvel camiden çıkan insanların arasında koşuşturan Zikrullah bu değildi. Kendi mahallesinde bile bu kadar emin yürümüyordu. İngiliz askerlerinin nöbet değişimi sırasında Aleksi Zikrullah’ın koluna girdi. “Sence İngilizler ne zamana kadar burada kalacak Ziko?” Soruyu duyunca askerlere doğru baktı ve “Bilmem, belki de hiç gitmezler. Muhabir gibi sorarsın. Ben pek ilgilenmiyorum bu konuyla” diyerek kestirdi. İdari binaların olduğu caddeye gelmişlerdi biraz yürüdükten sonra. Dergilerde gördüğü Londra gibiydi cadde. Bir an bunları düşündükten sonra nihayet sahile inmişlerdi. Kayıkhanenin sahibi Serkis’le Agop konuştu ve bir kayık kiraladılar. Kayığın halatı yirmi metre kadardı. Yirmi metre açıldıktan sonra Serkis bağırarak demiri denize atmalarını söyledi. Demirlediler ve Aleksi’nin paltosundan çıkardığı viskiyi içmeye başladılar. Konular değiştikçe Zikrullah geri eve nasıl döneceğini unuttu. Kadınlardan, geçmişten, okudukları dergiden savaşa kadar her türlü şeyi konuşuyorlardı. Güneş çoktan batmış ay Üsküdar taraflarından doğup tepelerine dikilmişti. Serkis “Beyzadeler, kıyıya dönme vaktidir. Boğaza batmak istemiyorsanız geri dönün!” dedi homurdanarak. Demiri çekip kıyıya kürek çektiler. Hepsi sarhoştu, Zikrullah kıyıya çıkayım derken az kalsın denize düşüyordu. Neyse ki kayıkçı herkesi sağ salim indirmeyi başardı. O sıra da homurdanması da artıyordu. “Zor izin alıyorum İngiliz zabıtlardan. Gemileri demirliyorlar bu sularda sizin gibi ayyaşların ne işi olur gece vakti!” Agop Serkis’in dudaklarına işaret parmağını bastırdı ve Galata’ya doğru yokuş yürümeye başladılar. “Yahu Zikrullah, nasıl döneceksin bu saatte evine?” Zikrullah bunca şeyden sonra eve pek dönmeye hevesli değilim zaten dönemem dedi kahkaha atarak. Birinizde kalıp sabah evime gitsem nasıl olur diye sordu. Aleksi ve Agop bir süre sessizce bakıştıktan sonra Agop’un Pera’daki evine doğru yürümeye başladılar. Birkaç kere denetlendiler. Neyse ki geceyi nezarethanede değil Agop’un turşudan hallice kokan dairesinde geçirdiler.

Zikrullah müthiş bir baş ağrısıyla uyandığında Agop karşısındaki kanepede kitap okuyordu. Piposundan çıkan duman Zikrullah’ın boğazını yaktı. Geceden kalan susuzluğun üzerine sürahideki tüm suyu bitirdikten sonra Aleksi’nin nerede olduğunu sordu. Babasının atölyesinde diye yanıtladı Agop. Sesindeki tını neredeyse kalk git diyecek gibiydi. Zikrullah normalde yüzsüz bir insandı. Kendisinin de bildiği bu huyu bile Agop’un değişik tonlamasına katlanamadı. “Madem öyle, ben de kalkayım Agop. Evini açtın teşekkür ederim!” diyerek kanepeden doğruldu zor bela ayağa kalktı. Buraya en yakın fayton ahırının nerede olduğunu öğrendikten sonra evden ayrıldı. Üstü başı temiz mi diye baktıktan sonra fesini taktı. Anne babası Zikrullah’ın gece eve gelmemesine alışkındı. Geri döndüğünde Mehmet ile tavlaya takıldım sonra da gelmedim diyerek kurtulabilirdi. Burada bir yerde daktilo işi bulabilir miyim diyerek işlek caddelerde dolaşmaya başladı. Birkaç yerden reddedilerek çıktıktan sonra umudunu yitirdi. Dün uğradığı Fransız kafeye tekrar girdi. Kalabalıklaşmadan kalkarım diyerek bir kahve söyledi. İki gündür yaşadığı ve gördüğü şeyleri düşünüyordu kahvesini yudumlarken. İşgal yıllarını, kadınları, Alafranga Tiyatro’nun camındaki temsil afişlerini, beybabasını… Annesinden sonra evini, Fatih’i, savaştan dönemeyen arkadaşlarını...

Biraz daha başıboş oturduktan sonra hesabı ödedi ve kafeden ayrıldı.

Eve dönüş yolunda hayatı boyunca tanışmadığı sorulardan mütevellit rahatsızlık duymaya başladı. Gördüğü her şey, Zikrullah'ın zihninde yeni birer boşluk açıyor; her boşluğu da hemen kendi fikirleri doğrultusunda kapatmaya çalışıyordu. Yaşadığı semtin Pera'nın aksine daha mutaassıp olduğunu düşündüğünde elbette hemen cevaplıyor, sorunun kökenine iniyor adeta sosyologmuşçasına cevaplar veriyordu. Ya İşgal? Ya İngilizler? Osmanlı'nın artık bir taht ve saraydan ibaret olduğu? Bunların hepsi yanıtlanmamış ve bir süre daha yanıtlanmayacak sorular olarak kalmıştı ve de kalacaktı. Bunların düşüncesi bile Zikrullah'ın zihninde büyük boşluklar açmaya sebep olmuştu.
Pera'dan bindiği fayton biraz ilerledikten sonra İngiliz askerler tarafından çevrildi. Sorulan sorulara verdiği cevaplardan zaten Mustafa Kemal'in adamı olmadığı aşikardı. Bunu kendi de biliyordu. Askerler gerekli vesikaları denetledikten sonra faytonun devam etmesine müsaade ettiler. Zikrullah yol boyunca sorular sormaya ve peyderpey boşluklar yaratmaya devam etti. Nihayet evinin sokağına vardı. Faytondan inip kaldırıma ayak bastığı anda sanki büyük bir boşluğun içine gömülmüştü. Gömüldüğü yer tam olarak Fatih'ti. Alkolden iz var mı diye nefesini kontrol etti. Kapıyı tıklattığında kız kardeşi Mahmure karşıladı onu. "Ağabey, dünden beri neredesin? Bu annemle beybabamın senden çektiği zulüm nedir! Yazık cidden hallerine acıyorum, bari haber salsaydın!"
Kapıdan girmesine izin vermeden sorular sormaya devam ediyordu Mahmure. Zikrullah ise vaveylayı koparmak üzere olan kız kardeşinin sözünü keserek "Kafi Mahmure! Mehmetlerdeydim, tavlaya daldım geldim işte. Ölmediniz ya!"
Annesi merdivenlerden inerken Zikrullah ile karşılaştı. "Ortalık zabıt, asker dolu be hey uslanmaz! Sana bir şey olmasını geçtim beybabandan da mı çekinmezsin! Nicedir oturup hasbıhal etmişliğiniz..." Zikrullah annesinin huyunu bildiğinden elini öptü ve "Tamam anacığım, validem, gülbahçesindeki gülüm! Affını dilerim. Benim biraz ıstırahat etmem gerekiyor. Babam gelmeden kaldır beni tamam mı?" dedi. Annesi elini kurtardıktan sonra "Sanki başımıza Vahdettin! Kaldırırım hünkarım!"

Annesinin kinayeleri bile hiç anlamadığı siyasetten idi.Üstünü başını çıkarıp yatağına uzandı. İçinde oluşan boşlukların her biri neredeyse bir İngiliz gemisi kadardı. İçindeki düşman, İngilizlerden bile büyüktü. İçindeki düşman Zikrullah'ın umarsızlığıydı.

Düşündükçe uykusu kaçıyordu. En son, ekseriya, yaptığı şeyi yaparak -düşünmeyerek- uyumaya karar verdi. Yavaş yavaş devlet meseleleri kaybolurken aklına Frenk kafesinde gördüğü bozuk Türkçeli kadın geldi. Bacakları, elleri, saçları, boynu, kahkahaları... Hayalinde kadını soyuyordu. Gittikçe daha da cüret ederek en derinlere, avret yerlerine... Önce elbisesini soydu sonra eteğinin kopçasını açtı. Dantelli çorabını sıyırırken bacaklarını öpüyordu. İç çamaşırını çıkarmak için sabırsızlanıyordu. Külotunu sıyırdığında ise karşısına kocaman bir boşluk çıkıyordu. Boşluğa karışıyor, Boğaz'ın sularında boğuluyordu. Kapının çalınmasıyla irkilip uyandı. Annesi kapıdan bakıyordu. Yüzünün yarısı koridordan gelen ışıkla parlıyor diğer yarısı ise kendi odasının karanlığında meçhule karışıyordu. "Namaz bitmiştir, baban birazdan gelir." Annesi odadan çıkarken kapıyı kapatmamıştı. Zikrullah rahatsızlık duyardı. Kapının mutlak surette kapalı olması şarttı. Bundan dolayı yataktan kalktı, üzerini değiştirdi ve aşağı babasını beklemeye indi. Annesi ve kız kardeşi mutfakta eskiden yediklerinin aksine daha az etli ve sebzeli yemekler yaparken Zikrullah da yemek masasında oturmuş biraz sonra gelecek babasını ve ahir zamana kadar sürecek olan nasihatlarını bekliyordu. Babasının huyunu bildiği için bu sefer konuyu siyasete bağlarsa kendisinin ne kadar boş beleş biri olduğu gerçeğini duymazdı. Birkaç dakika sonra babası nihayet gelmişti. Ceketini asar asmaz odaya girdi. " Oh oh, Zikrullah Efendi! İngiliz generallerle mi toplantıdaydınız yahut Vahdettin Hünkarlarına akıl sunup istişare mi ediyordunuz!"
Zikrullah babasından her zaman çekinirdi. Gözlerini fesine dikerek "Mehmetlerdeydim Beybabacığım. Tavla oynuyorduk muhabbete dalmışız saatin kaç olduğunu fark etmemişim. Hal böyle olunca salmadılar beni ben de onlarda kaldım. Umarım size namüsait bir kusur gelmemiştir."

Babası Besim Efendi, Zikrullah'ın ve annesinin konumlandırdığı yerden uzak gayet sıcakkanlı birisiydi. Masmavi gözlerinin altında biriken torbaların ve kudretli vücudunun yarattığı yanılgı da olabilirdi. Zikrullah'ın yanındaki sandalyeye oturduktan sonra "Bir dahaki sefere Mehmet bize gelsin evladım." dedi.  Biraz vakit geçtikten sonra annesinin yaptığı yemekleri büyük bir sükunet içinde yediler. Zikrullah, ekseriya, yalan söylerdi. Ancak bu sabah ve ya dün gece gözaltına alınsaydı nasıl izahat verebileceğini düşünüyordu. Yemeğini yerken içten içe yarattığı boşluk da onu yiyordu. Çok keyifli bir gece geçirmesinin aksine yaşadığı şey pişmanlıktan ziyade mutsuzluktu. Umarsızlığın fark edildiği an benliğinde açılan kapanması zor boşluklar ve yarattığı boşluklar... Yemeğini bitirdikten sonra odasına çıktı. Birkaç sene kaldığı Paris'i düşündü durdu. Harp başlamasaydı belki de zengin bir tüccar olacaktı. Kaçmak mecburiyetinde hissettiği durumlar yaşanmasaydı belki de farklı olacaktı. Yatağına uzandı tekrar tekrar düşünmeye başladı. Önce Paris'i sonra Fatihi. Pera'yı, Levantenleri, savaşı, kadınları, dantel çorapları, İngiliz gemilerini, kayıkçı Serkis'i, Alafranga Tiyatro'nun camındaki temsil afişlerini... Zikrullah peyderpey yaşadığı hayatla kimliğini bulmuştu ancak umarsızlığı ile de bu kimliğe hapsolmuştu.

Zikrullah Efendi ve M1 Denizaltısı

Zikrullah Efendi’nin daha yirmili yaşlarındayken gittiği Fransa’ya dair hatırladığı ve yâd etmeye çalıştığı tek şey pek anlamasa da bir tiyatroya gidip büyük bir alakayla oyunu seyretmesi ve ardından gece yarılarına kadar müdavimi olduğu bir kafede arkadaşlarıyla oturup muhabbet etmeleriydi. Bu sebeple geçmişi yad edercesine, mütemadiyen her gün Pera’ya gider orada edindiği arkadaşlarıyla uzun uzadıya muhabbet ettikten sonra geceyi -eğer eve dönemeyecekse- bir ahbabında geçirir ertesi günü eve “Mehmetlerdeydim” bahanesiyle varırdı. Yine öyle bir gün, elleri cebinde Pera’da yürüyordu. Alafranga tiyatronun camına asılmış afişlere baktıktan sonra balık yemek için bir lokantaya gitti. Birkaç senedir, güzelim şehri ikiye ayıran boğazın suyuna karışan işgalci donanması yağından mıdır bilinmez, balıkların tadı kaçmıştı. Hal böyle olunca yediği balıktan hiç mi hiç zevk alamadı. Hesabı ödediği sırada annesinin bugün acaba ne pişirdiğini düşündü. Eve gitmek için çok güzel bir sebepti anne yemeği. Lokantadan çıkarken kötü yemeğin karşılığı olarak “iyi günler” bile demedi, değmezdi. Elleri cebinde sokaklarda dolanırken Agop’a rastladı. “Ne zamandır görünmüyorsun!” dedi Zikrullah. Agop sorgulanıyormuş gibi hissedince garip bir ses tonuyla “Evet öyle oldu, çalışmaktan pek zamanım kalmıyor eskisi gibi. Anlat Ziko, nasılsın?” dedi. Zikrullah Agop’un sorusunu kısa cevapladı ve Aleksi’yi sordu. Agop sanki Zikrullah biliyormuş gibi “Bilmiyor musun?” diyerek anlatmaya başladı. Aleksi bir ay önce ailesiyle beraber Amerika’ya göç etmiş, gittiğinden beri de hiç Agop’a yazmamış. Gitmesinin sebebi akrabalarıymış orada işler yolundaymış ve yaşam buraya nazaran çok daha iyiymiş. Agop da ailesini ikna ederse Amerika’ya gitmek istiyormuş. Zikrullah bu konuşmaların ardından pek de umursamadığı Amerika’yı düşündü hatta ileri giderek bu akşam eve gittiğinde ailesini Amerika’ya taşınmak için ikna etmeye bile çalışacaktı. Fakat kısa bir süre sonra vazgeçti, diyeceklerinin bir geri dönüşü olmayacağı açıktı. Zikrullah ve Agop konuşarak yürüyorlardı. Kadınlardan, Amerika’dan, İstanbul’dan bahsettiler. Agop evlenmek istediği kızın mezhebinden dolayı ailesiyle kavga ettiğinden bahsederken Zikrullah da bu yaşa gelip neden evlenmeyi hiç mi hiç düşünmediği düşünüyordu. Ara sıra Fransız askerlerinin koşturmacası arasında yürürlerken Zikrullah, Agop’un sesinden çok postal seslerini duyuyordu. Agop'un anlattıklarına ilgisini kaybederken sanki ilk kez asker görüyormuş gibi koşan Frenk askerlerine bakındı ve hepsinin birer Napolyonmuş edasında koştuklarını düşünerek içten içe güldü. Napolyon taklidi yapan Mağripli askerler olacak iş değildi doğrusu. Zikrullah Agop'un Karaköy’deki dükkanına gelmeden konuyu değiştirip nüktedanlık yapmak istedi. "Yahu, Agop hiç Mağripliden Napolyon olur mu? Bir kere kumaşında olmalı insanın Frenklik. Baksana şu askerlere hepsi güya Fransız." Agop nezaketen gülümsedi ancak içinden sinsice laf dokundurası da yok değildi Zikrullah'a. "Konstantinopolis'i alan Fatih Sultan Mehmet gibi bir eda var daha doğrusu o Fransız askerlerde bence." dedi Agop. Zikrullah bunun üzerine kahkahayı bastı. Biraz daha yürüdükten sonra Agop'un Karaköy'deki dükkanına geldiler. Zikrullah’ı içeri davet etti ve kahve ikram etti. Kahve içtikleri sırada Zikrullah’ın çok yüzeysel bildiği Napolyon’u anlatmaya başladı. Zikrullah sıkılmaya başlamıştı ve zamanı bahane edip Agop'a kahve ve sohbet için teşekkür ederek dükkandan ayrıldı. Pera’yı ve tarihi yarımadayı ayıran Galata Köprüsü’ne geldiğinde dirseklerini korkuluğa dayayıp geçenlerde Agop ve Aleksi ile alem yaptıkları sandalların oraya doğru bakındı. Orada daha önce olmayan bir denizaltının tüm heybetiyle sulara mıhlandığını gördü. Deniz hiç olmadığı kadar durgundu, sönük mavi yüzeyine yerleşmiş onlarca geminin dumanları gökyüzünü kapsıyordu. Üsküdar ve Kız Kulesi bu duman yığınları arasında ara ara yok oluyor rüzgar dumanları dağıtınca da beliriyorlardı. Bu denizaltı birkaç gündür duyduğu Britanya canavarı olabilirdi yanındaki adama dönüp denizaltıyı sordu. Geminin ismi ise M1 imiş ve burada İstanbul’un güvenliği için bulunuyormuş. Zikrullah ilk defa böyle bir şey görüyordu haliyle ve bu kadar büyük olabileceğini düşünememişti. Durgun sulara mıhlanmış dumanı tütmeyen denizaltının buram buram demir koktuğunu hissetti. Köprüden inerek yakından bakmak için kıyıya doğru yürüdü. İngiliz askerlerinin izin verdiği yere kadar gidebildi.  Denizaltına bakarken kendisini bu geminin kaptanı olarak hayal etmeye başladı. Eğer gemi onun olsaydı bütün dünyayı gezerdi ve tüm limanlara uğrardı. Aslında bu gemi olmasa da olurdu her hangi bir tekne ve ya trende pek ala iş görürdü. Bu düşüncelerin ardıdan bir faytona atlayıp evine gitti. Gökyüzü kızıllığını karanlığa bırakmış sokaklar ise yasemin kokuyordu. Pera'nın aksine Fatih daha temizdi ancak sessiz olması Zikrullah'ın en hoşlanmadığı durumdu. Yaşamakla ölmek arasında bir yerlerde sessizce 'yaşayan' Fatihliler bugün acaba ne yaptılar diye düşünürken fesini çıkardı ve kapıyı tıklattı. Annesi bir kaç dakika sonra kapıyı açınca da  büyük bir aceleyle yemek durumunu sordu ve doğruca masaya geçti. Mercimek çorbasının üzerinde tüten duman Zikrullah'ın yüzüne dokunuyordu. Çorbanın ardından pilav ve kuzu incik yedi. Laf arasında bugün yediği balıktan bahsedince annesinin yüzü düştü. Tüm aile güzel bir yemek yemenin verdiği mutlulukla oturma odasında koltuklara kuruldular. Zikrullah ayıp olmasın diye biraz oturup kalkacaktı. Hep aynı akşamlardan bir farkı olmadığını hissedince tam kalkacaktı ki babası Zikrullah'la muhabbet etmediklerinden yakındı. Zikrullah odasına gidip uyumak yerine elbette oturup beybabasıyla muhabbet etmek zorundaydı. Yemek sonrası keyif kahvesini beklerlerken Besim Bey  ilk defa girizgah olarak Zikrullah’ın bir baltaya sap olamayışından değil ülkenin durumundan bahsetmeye başladı. Ülkenin durumunu dinlemek de pek matah bir şey olmasa bile en azından utanmıyordu babasına karşı. O kadar alıngandı ki sanki babası ülkenin durumunu Zikrullah’ın umursamazlığına bağlıyordu ve Zikrullah tüm bu muhabbetleri büyük bir savunma mekanizmasıyla dinliyordu. Annesi ve Mahmure odaya geldiler. Kız kardeşi tepsideki kahveleri dağıttıktan sonra solmuş koltuğun birine annesinin yanına kuruldu. Babası M1 denizaltısından bahsederken annesi söze karıştı. Büyük bir vaveyla kopararak İngilizlerden yakınmaya başladı. Yan konakta oturan Hafize Hanım'ın oğlunu nezarete atmışlar ve görüşmelerine bile izin vermiyorlarmış. Bu olayları dinlerken Hafize Hanım'ın oğlundan ziyade annesinin siyaset konuşması  Zikrullah’ı büyük bir şoka uğrattı. Annesi normalde yemek yapmak ve evi temizlemekten ibaret birisiydi. Böyle konularla ilgilenmeye başlamışsa bu işte bir bit yeniği vardı. Hayır, aslında yoktu. Böyle düşünmesinin sebebi gerçekten Zikrullah’ın iğne ucu kadar bile siyasetle alakasının olmamasıydı. Bunu kendisi de zaten söyler dururdu. Ona göre dünya siyasete bulaşacak ve bunun üzerine düşünecek kadar uzun değildi. En iyisi keyfini çıkarmaktı. Annesinin de arasıra söylediği gibi Zikrullah, kendisinin 'ehlikeyf ve düşkün' olması hususunda bir beis görmüyordu.  Babası kahvesinin son yudumunu aldıktan sonra Lloyd George diye birinden bahsetmeye başladı. Zikrullah babasının Lloyd George denen adamı nereden tanıyor olabileceğini düşündü. Lloyd George, denizaltı, Anadolu, Vahdettin, mütareke tüm bu sözler birer birer tekrara düşüyordu ve konu gittikçe Zikrullah'ı bayıyordu. Besim Efendi konuştukça Zikrullah konudan peyderpey uzaklaşıyordu ve Galata’da gördüğü M1 denizaltısıyla beraber babasının gözlerinin maviliğinden uçsuz bucaksız bir yolculuğa çıkıp hayalindeki dünyayı dolaşıyordu. Çanakkele'yi geçtikten sonra bütün Akdeniz limanlarına uğruyordu. Kadınlar, kafeler, kadınlar... Sonra Cebelitarık'ı geçip Amerikaya gidiyordu. Aleksi'nin yanında işe başlayabilirdi. Amerika'da güzel bir hayatı olabilirdi. Bir kez Fransa'ya gidebilmişti neden yine yurtdışına çıkamasındı ki? Zikrullah iç dünyasına girdikçe oturma odasından fiziken değil fakat ruhen uzaklaşıyordu. İlk önce sesleri duymamaya başladı sonra babasının yüzü kayboldu; kardeşi ve annesi de oturdukları koltuklarla beraber Zikrullah’ın yolculuğunda yok oldular. Zikrullah arasıra muhabbete odaklanmaya çalışıyordu ancak tekrar bu süreci yaşayıp ruhen uzaklaşması zor olmuyordu. O oturma odası ve Zikrullah'ın sıkıcı bulduğu o muhabbet, işgal altındaki İstanbul; Sodom ve Gomore gibiydi. Geri dönüp muhabbete dahil olmak işten bile değildi.


 Zikrullah Efendi ve Babası

Zikrullah Efendi sabah içinde büyük bir kırgınlık varmış gibi uyandı. Ellerini ve yüzünü yıkadıktan sonra evin içinde dolaşmaya başladı. Annesini göremeyince kesin mutfakta kahvaltı hazırlıyordur diye düşünerek mutfağın kapısına doğru yürümeye başladı. Bir an durup üstünün başının uygun olmadığını fark edince odasına tekrar çıkıp annesinin yeni yıkadığı kolalı gömleğini giyindi. Pantolon bulmak için dolabını alt üst edince içinde garip bir his oluştu. Yıllardır bu evde yaşıyordu ve bir kere bile dolabını, yatağını, odasını kendi toplamamıştı. Oysa Fransa’da kaldığı birkaç sene boyunca elbette düzenli değildi fakat gerektiğinde annesinin yaptığı işleri kendi başına hallediyordu. Dolabını toplamaya başladı. Bitirdikten sonra yatağını düzeltti ve bulduğu temiz kumaş pantolonu giyindi. Odası yaşadıkları konağa nazaran ufak bir odaydı ancak Zikrullah’a yetiyordu. Nihayetinde yatmadan yatmaya girdiği için alanın sıkışıklığı bir sorun değildi fakat odada büyük bir uyku havasızlığı vardı. Öyle ki annesi ne zaman odasına girse ilk camları açardı ve havasızlıktan başının ağrıdığını, Zikrullah’ın nasıl bu durumdan rahatsız olup olmadığını düşünürdü. Bazı zamanlar sinirlenir ve Zikrullah’ı gördüğü yerde de onu ifrit edecek kadar kızardı. Zikrullah camı açıp odayı havalandırdı ve birkaç lokma yemek için mutfağa doğru yürümeye başladı. Koridorun ucunda kız kardeşinin elinde bir sürü torba olduğunu görünce meraklandı ve sordu. Mahmure yakalanmış bir suç ortağı gibi tepki verince Zikrullah çok üzerinde durmadı ancak kafası biraz karıştı. Midesinden önemli değildi, bir an önce mutfağa gitmeliydi. Merdivenlerin başında mutfaktan gelen sesi anlamak için birkaç saniye duraksadı ancak hiçbir şey anlaşılmıyordu. Annesi ve babasının sesi olduğundan emindi ama babasının gündüz vakti evde ne işi vardı. Büyük bir merak içinde mutfağa doğru yürüdü, yaklaştıkça muhabbetin muhteviyatı peyderpey anlaşılır hale geliyordu. Mutfağın kapısının yanında durup bir müddet konuşulanları dinledi. Annesi babasına “muvaffak olursan ya da Allah korusun olamazsan bizim nasıl haberimiz olacak?” diye sorular soruyordu. Ses tonundan anlaşıldığı üzere annesi Nihal Hanım epey gergindi. “Mehmet limanın biraz ötesinde duracak askerlerin gelebileceği güzergâhı izleyecek. Muvaffak olduk ya da…” Besim Bey’in cümlesi birden kesildi. Zikrullah’ın merakı büyüyerek ürpertici bir sırra vakıf olacakken babasının susmasıyla beraber hayal kırıklığına dönüştü. İçerde annesi büyük bir ağıt kadar kederli ancak fısıltı kadar sessiz bir hıçkırıkla ağlıyordu. Mutfağa girmeye karar verdi, içeri girdiğinde annesi ve babasını sarılırken gördü. Kendisi aileden o kadar uzak biriydi ki bu tarz anlarla hiç karşılaşmamıştı. Annesi ve babasının birlikte yaşamaktan başka bir duyguda müşterek olabileceklerini düşünmemişti. Onları böyle görünce kalbindeki sıcaklık midesindeki isyanı bastırdı ve “baba, anne günaydın!” dedi. Zikrullah mutfağa girince annesi ve babası 28 yıldır gördüğü anne ve babasına dönüştü. Ağlama kesildi, sarılmanın arasına sanki Zikrullah’ın varlığı girdi ve ayrıldılar. Annesi kederli sesini düzeltmeye çalışırken bir şeyler geveledi ve nihayetinde “biz sen uyanmazsın öğleye kadar diye kahvaltımızı yaptık. Sana bir şeyler hazırlayayım da ye.” dedi. O sıra babası da Zikrullah’a arkasını döndü, caminin göründüğü pencereden dışarı bakarak sigarasını yaktı. Hava kapalıydı, babasının camdaki aksine bakarak yemeğini büyük bir iştahsızlıkla yedi. Boğazında biriken özlem artık kocaman bir yumruydu. Babasını ve annesini son kez görüyormuş gibi sürekli onlarla birlikte olmak istiyordu. Babası ezan okununca arkasını dönüp Nihal Hanım’ın kulağına bir şeyler fısıldadı. Tek duyduğu şey Mahmure’nin torbaları aşağı indirmesinin gerektiğini söylediğiydi. Zikrullah ters giden bir takım şeylerin varlığından haberdardı ve boğazındaki yumrunun izin verdiği kadarıyla “baba nereye gidiyorsun?” diyebildi. Zikrullah’ın boğulduğu merak yumrusu babasının “oğlum ağzında bir şey varken konuşma!” demesiyle beraber bir nebze rahatladı. Zikrullah eleştirilmekten hoşlanmazdı. Babası üstünü başını giyindikten sonra dış kapıya doğru yürümeye başladı. Mahmure’nin getirdiği torbaları arabanın arkasına yerleştirdi. Büyük ağaçların kapladığı bahçeden Zikrullahların yanına doğru konağı süzerek yürüdü. Zikrullah babasının yürüyüş sırasında insan kıyafetleri giymiş bir ağaç gibi göründüğünü düşünüyordu. Babası merdivenlerden çıkarak ailesinin yanına geldi. Zikrullah’a sarılarak “Bizim dükkandaki malları Anadolu’ya göndereceğim. Deyyuslar izin verse beraber giderdik oğlum.” dedi. Annesi o sırada boğazında tutamadığı hıçkırığı büyük bir gürültüyle ağlamaya dönüştürdü. Besim Bey kızına sarıldıktan sonra Nihal Hanım’a dönerek “sırası mı şimdi Nihal’im” dedi. Büyük bir sevgiyle gözyaşlarını sildi. Ellerinden tutarak alnından öptü ve kulağına eğilerek “Mustafa Kemal’e selamlarını iletirim.” dedi. Zikrullah Mustafa Kemal ismini duyunca şaşırdı. Babası Mustafa Kemal’e mi çalışıyordu? Yoksa, dükkanda ürettiği bakırları Mustafa Kemal mi sipariş etmişti? Bu sualleri soramadan babası son bir kez aile fertlerine sarıldı ve evden ayrıldı. Besim Bey at arabasına binerken Mahmure’yi yanına çağırdı. Mahmure döndüğünde yüzü sapsarı kesilmişti. Hiç mi hiçbir şey demeden eve girdi. Odasının kapısını peygamber gücüyle çarpmış olacak ki ses ta aşağıdan Zikrullah’ın oturup bahçeye baktığı merdivenlere kadar geldi. Annesi bulaşıkları yıkıyordu. Yüzünde büyük bir rahatlık vardı. İnançlı birinin dirayeti içerisinde işini hallediyordu. Zikrullah biraz daha oturduktan sonra eve girdi. Merdivenlerden çıkarken duvardaki aile fotoğrafının olduğu çerçevenin tozlandığı fark etti. Eliyle çerçevenin üstünü sildi sonra parmağındaki tozu başparmağıyla yuvarlayıp merdivenlere savurdu. Yere düşmeyen tozun pantolonuna geldiğini görünce de pantolonunu silkeledi. Büyük bir isteksizlikle odasına girip ceketini giyindi. Annesinin yanına uğrayarak Pera’ya gideceğinin haberini verdi. Annesi erken gelmesi için uyardı. Evden çıkıp camiden ayrılan cemaatin arasından at arabası ahırına doğru yürümeye başladı. Camiden çıkan insanların yüzlerine bakıp ağır ağır hedefine doğru gidiyordu. Babasının Mehmet’ten bahsettiğini hatırlayınca aile dostları Mehmet’ten başka kim olabilir ki diye düşününce durdu. Cemaatin selamlarını cevaplarken beynini meşgul eden şey tam olarak babası, Mehmet ve Mustafa Kemal idi. Mehmetlerin evi at arabası ahırının oradaydı hızlanarak yürümeye başladı. Camiden çıkan mümin seslerinin azalarak kaybolduğu köşeye geldiğinde at arabası ahırının önünde İngiliz askerlerinin bağrıştıklarını gördü. Babasının bindiği at arabasının etrafını mı sarmışlardı yoksa diyerek koşmaya başladı. Birkaç el silah sesi duyunca korkuyla kendini yere attı. Askerlerden görünmüyordu ki arabadakinin kim olduğu. Ayağa kakıp koşmaya devam etti. Tam askerlerin arasına dalıp babası sandığı adamın yanına varacaktı ki birkaç el silah daha sıkıldı. Dizleri titriyordu, gözleri karardı. Yere yığılırken bir askerin ona doğru yürüdüğünü gördü. Silahı doğrultarak bir şeyler söylemeğe başlayan asker yanlış anlamıyorsa “buraya giremezsin, uzak dur” diyordu. Zikrullah korktu, ellerinden destek alarak yavaş yavaş doğruldu. Asker de uzaklaşınca o titremeyle Mehmetlerin kapısına kadar gidebildi. Kapıyı tıklatacaktı. Daha elini kaldırıp kapıyı tıklatmadan koca konağın kapısı cılız bir gıcırtı çıkararak içerden açıldı. Çıkan babasıydı. Besim Bey büyük bir çeviklikle Zikrullah’ı yakasından tutup içeri aldı. “Oğlum sen ne yapıyorsun burada!” diyerek bağırmaya başladı. Zikrullah hıçkıra hıçkıra ağlayarak “Mustafa Kemal’e çalıştığını biliyorum baba!” diyebildi. Mehmet o sırada bir bardak suyla yanlarına geldi, Zikrullah’ın kafasını doğrultup suyu içirdi. Besim Bey Mustafa Kemal ismini duyunca kızardı ve koltuğa Zikrulah’ın yanına oturdu. Nutku tutulmuştu. Zikrullah suyu bitirir bitirmez “bir şey söylesene baba! Nereye gidiyorsun? Anadolu’ya nasıl geçeceksin? Baba başına bir hal gelir geçirtmezler seni Anadolu’ya!” diyerek oturduğu koltuktan kalktı. İki eliyle saçlarını yoluyordu. Sözlerini tekrar ede ede salonun etrafında tur atmaya başladı. Babası “gel otur buraya!” diye bağırınca da birden mahzunlaştı ve oturdu. Bir bardak daha su içti tamamıyla kendine geldiğini belirterek biraz evvel sorduğu soruları gayet ciddi bir şekilde tekrarladı. Besim Bey halıya bakıyordu. Kanepenin ucuna doğru oturdu ve ellerini birleştirip Mustafa Kemal’e çalıştığını anlatmaya başladı. Zikrullah daha sabah, mutfağın kapısından işitemediği sırrın böylesine tehlikeli bir görev olduğunu öğrenince afalladı. Babası konuştukça Zikrullah rahatlıyordu. İçindeki devlet meselelerine, işgal yıllarına karşı duyduğu umursamazlık kayboluyor yerini büyük bir durgunluğa bırakıyordu. Nihayetinde öğrenmek istediğini öğrenmişti, babasına veda edip konaktan ayrıldı. Pera’ya gideceğini hatırlamadı bile. Biraz sonra evine vardı ve kapıyı tıklattı. Kapı çabucak annesi tarafından açıldı. Zikrullah’ı karşısında gören Nihal Hanım şaşkınlığını gizleyemeden “Pera’ya gitmiyor muydun sen?” diye sordu. “Babamın yanından geliyorum anne. Her şeyi öğrendim. Çabucak hazırlanın yarın gün doğmadan babamın ayarladığı arabaya binip Bursa’ya gidiyoruz!” dedi. Annesinin evhamlı çehresi birden tanıdık bir dostu görmüşçesine rahatladı. Gözlerinin içi gülmeye başladı ve “biz de hazırlanıyorduk zaten gel yardım et” dedi.

Pera'ya Dönüş: Grantolli Ailesi

Grantolli ailesinin en genç ferdiydi Levi Osman. Mavi gözleri, ailesine o kara eylül akşamında terk ettikleri İstanbul'u ve boğazı hatırlatırdı. Bu şey daha doğrusu hatıradan ziyade bir boğulma duygusuydu; ailecek yaşadıkları travma ve kalp kırıklığı yıllar geçtikçe azalıyordu fakat Levi Osman'ın mavi gözleri kendisiyle beraber ağlama duvarı gibi anıtlaşarak büyüyordu. Osman göç eden ailenin Fransa'da doğmuş torunlarından biriydi bundan dolayı da İstanbul'da hiç bulunmamıştı. Sıradan bir yaz gecesiydi. Bütün Grantolliler koca bir masanın etrafında kurulmuş yemek yiyorlardı. Yıllar geçmesine rağmen Türk yemekleri aynı tadını muhafaza etmeyi başarabilmişti masada. Herkes sıradan bir huzurla yemeklerini yerken seksenli yaşlarından sonra yaşını saymayı bırakmış Rakel Grantolli, Levi Osman'ın babası olan Benyamin Yusuf ile Türkçe konuşmaya başladı. O sırada Levi Osman kulak kesilmişti fakat anladığı tek kelime İstanbul ve kendi adıydı. Konuşma çok uzun sürmedi, Rakel tüm masaya seslenerek Türkiye'ye taşınmak istediğini, kalmak isteyenlerin burada kalabileceğini ve yıllar önce terk etmek zorunda kaldıkları Grantolli binasını tekrar satın alabilme ihtimallerini anlattı. Uzun bir sessizlikten sonra başlayan curcunanın sonucunda büyük anne Rakel mutlu ayrılan taraf oldu. Levi Osman'ın okulundan dolayı Benyamin ve Suzan Paris'te kalacaklardı. Diğerleri ise yazdan yaza uğrayacaktı İstanbul'a. Anlaşılan, Rakel ile temelli İstanbul'a taşınacak ve ona bakacak kişi evlenmemiş tek oğlu Simon Zikrullah Grantolli olacaktı. Masa toparlandı, herkes evlerine döndü.

Birkaç akşam sonra Levi Osman büyük annesi Rakel'in evine tekrar uğradı. Grantolli binasının sahibi ile konuştuğunu ve para hususunda anlaştıklarını yani binayı tekrar alabileceklerini büyük annesine büyük bir heyecanla anlattı. Rakel'in gözlerinden akan yaşlar yüzündeki kırışıkların arasına sızıyordu. Çatlamış toprağı anımsatan yüzü, bahar yağmuru yemiş Çukurova gibiydi. Cebinden çıkardığı mendille tüm heyecanını siliverdi. Koltuğundan kalktı ve yatak odasında sakladığı fotoğrafları getirdi. Levi Osman daha önceden gördüğü fotoğrafları çok önemsemediğini fark etti ve büyük annesinin anlatmaya büyük bir heyecanla başladığı hikayeleri can kulağıyla dinlemeye koyuldu.

Rakel takım elbisesi ve fötr şapkasıyla gülümseyen bir adamın resmini öptü. "Büyük dedem Zikrullah Efendi, değil mi?"
"Evet oğlum, büyükdeden Zikrullah Yurdakul."

Rakel Levi Osman'ın orada olduğunu unutmuş gibi anlamadığı Türkçe ile bir şeyler söylemeye başladı. Bir dostla konuşabilecek en güzel şey gibi duyuluyordu söyledikleri. Makamlı bir ağıt gibiydi ama naifti. Levi Osman dedesiyle alakalı sorular sormaya başlayınca Rakel anlatmaya başladı. Hüzünlü ağıt yerini çoşkulu sevişmeye bırakmıştı sanki. Zikrullah'ı ilk kez Paris'te okuduğu yıllarda bir kafede görmüş, Türk'e benzediği için yanına gidip İstanbul'dan olup olmadığını sormuş. Sonra da iki üç ay sürecek bir sohbeti başlatmışlar. Zikrullah da okuyormuş o sırada Paris'te. Bu iki İstanbullu bir türlü birbirlerine açılamamış zaten Zikrullah da Kurtuluş Savaşı'nı daha önceden hissetmiş gibi erken dönmüş ailesinin yanına.

"E, sonra büyük anne? Dedem ile nasıl evlendiniz o zaman?"

"1930'da döndüm İstanbula. O sıra üniversitede edebiyat öğretmenliği yapıyordum. Ara sıra Mustafa Kemal bizi Florya'daki makamına baloya davet ederdi. Bir gün yine Mustafa Kemal'den davet gelince güzelce hazırlandım ve Pera'dan kalkıp Florya'ya gittim. Birçok beyefendi kendi aralarında konuşuyorlardı ben de o sırada çalan müziği dinliyordum. Çok keyifli olurdu o balolar. Ah canım eski zamanlar ne güzeldi o Florya. Çok görmek istiyorum oraları." Rakel bir kaç fotoğrafı çevirirken yardımcısına seslendi. "Kahve yapabilir misin?"

"E, sonra büyük anne? Dedem o sırada baloda mıydı?"

"Evet. Oradaydı. Beylerle konuşurken tanıdım dedeni. Üzerinde Ermeni malı olduğu belli olan çok şık bir frak vardı. Döndü arkasını ve bir an için göz göze geldik. Uzunca bakamadım gözlerine bilmiyorum içim dışım garip oldu. Kızardığımı hissedince de Paşa'dan müsaade isteyip terasa çıktım. İçim öyle deli doluydu ki keşke arkamdan gelse diye düşünüyordum. O da öyle hissetmiş olacak ki geldi de. Mehtap yerini tana bıraktı biz hala terastaydık. E tabi günler geçtikçe açıldık birbirimize evlenmeye karar verdik.  Ama bir müslüman bir yahudiyle nasıl evlensin! Babam çok sert bir adamdı. Paşanın bir sözüne baktı evladım. Evlendik."

Levi Osman büyük annesinin sessiz sedasız akan gözyaşlarında boğuluyormuş gibi hissetti. Bu nasıl bir sevgi ve hürmet, anlayamazdı.  Zikrullah ve Rakel'in öyküsü kahve ile beraber bitti. Rakel anlattıkça kötü oluyordu en fazla bir kaç şey daha söyleyebilmişti. Zikrullah kırklı yaşlarının sonundayken kalp krizi sonucu ölmüştü. Üzerine ecnebilerin evleri yıkılmış yakılmış, Grantolliler İstanbul'dan kaçmak zorunda kalmışlardı. Bunca şeyin üzerine Pera'ya dönmek ve kendilerinin olan apartmanı almak istiyordu Rakel. En azından Aşiyan'a uğrar Zikrullah'ın mezarına içini dökerdi.

"Aşiyan boğaza bakar. Masmavi suların karşısında yatıyor deden."

Rakel de Levi Osman'ın mavi gözlerinin karşısında yaşayan bir ölü gibiydi. İstanbul'dan ayrıldıktan sonra ölmüş bir beden boğaz kadar mavi gözlerin karşısında anılarına kavuşmak istiyordu. Onlarca yıl sonra İstanbul'a taşınırsa ilk kez yaşayacaktı. En azından kocasının yanında yatmak onun en büyük hakkıydı.

Yorumlar

En çok okunanlar